Anma Yazıları

Anma Yazıları


Eşi Prof. Dr. Metin Arık Tarafından Kaleme Alınan Anılar:

Engin Arık, hem bir bilim insanı hem de sevgi dolu bir aile reisi olarak hayatımızın merkezindeydi. Engin'le ilk olarak üniversitenin ilk yılında tanıştık. O zamanlar bile onun bilime olan tutkusu ve azmi dikkat çekiciydi. TÜBİTAK kamplarında genç bir lise öğrencisi olarak başladığı bilim yolculuğuna, dünyanın en önemli laboratuvarlarında devam etti. Engin, birlikte geçirdiğimiz yıllar boyunca hep bilimin ve araştırmanın peşindeydi. O, CERN'deki ATLAS deneyi için yürüttüğü çalışmalarla sadece bizim için değil, tüm dünya için önemli katkılarda bulundu.

Engin'in bilim dünyasına katkıları, özellikle de Türkiye'nin CERN'e üyeliği için gösterdiği çabalar, onun ne kadar ileri görüşlü ve azimli olduğunu gösteriyor. Engin, hayatı boyunca Türkiye'nin bilimsel gelişimine büyük önem verdi ve bu yönde birçok proje geliştirdi. Engin’in en büyük hayallerinden biri olan Türk Hızlandırıcı Merkezi'nin kurulmasına yönelik çalışmaları, bilim insanlarımız için büyük bir ilham kaynağı olmuştur.

Engin, aynı zamanda sevgi dolu bir eş ve anne, arkadaş canlısı, enerjik bir insan olarak hepimizin hayatına ışık tuttu. Onun kaybı, sadece ailesi için değil, tüm bilim dünyası için büyük bir kayıptır. Engin’i anarken, onun bilimdeki başarılarını, aileye olan bağlılığını ve öğrencilerine olan sevgisini vurgulamak istiyorum. Engin, her zaman öğrencilerine ilham veren, onlara yol gösteren bir mentor oldu.

Engin Arık hakkında daha fazla bilgi edinmek ve yazılarını PDF formatında indirmek için lütfen tıklayınız

Prof. Dr. Erdal İnönü Cahit Arf’ın bilime yaklaşımını şu sözlerle anlatıyor:

"Cahit Arf’ın en önemli özelliği, her şeyin aslını anlamağa çalışmak olmuştur. Birisi bir konuşma yaparken, anlamadığı yeri hemen sorardı. Hiçbir şeyden çekinmezdi, onun için önemli olan anlamaktı; bilime değer veren bir insan olarak anlamak, araştırıcı zekâsını kullanarak olayların nedenini anlamak ... Onun için anlamak, söz konusu eğer matematikse, birtakım uzun ve karışık hesaplarla bulunmuş sonucu temel yapının özelliklerinden doğrudan doğruya sezebilmek, öteki bilimlerde de gözlemlenen olayı gene bir matematiksel model yardımıyla bir neden-sonuç ilişkisi haline getirebilmek demekti. Bu görüşle, sosyal bilimlerde geçerli olacak matematiksel yapılar arayışını hep özendirdi.”

Prof. Dr. Gündüz İkeda Cahit Arf’ın gençlik rüyasını şu sözlerle anlatıyor:

"Cahit Bey bana sık sık söylerdi. 'Benim en büyük arzum abelyen olmayan sınıf-cisim kuramını kurmaktır.' Başlangıçta oldukça düzensiz kurulmuş olan 'global' ve 'lokal' kuramlar, çeşitli matematikçilerin katkılarıyla düzenli hale getirilmiş; özellikle 1940 yılında C. Chevalley' in global kuramı lokal kuram üzerine çok güzel bir şekilde kurmasından sonra, bu iş artık tamamlanmış sayılmıştır. Ancak abelyen sınıf-cisim kuramlarının adlarından da anlaşılacağı üzere bu kuramlar bir cismin abelyen cisim genişlemeleri için geçerli olan (global ve lokal) sınıf-cisim kuramlarının kuruluşu, yani abelyen olmayan (non-abelyen) sınıf-cisim kuramlarının icad edilmesi, çok arzu edilmektedir. Bu çok zor problem halen tam olarak çözülmüş değildir ve her iddialı matematikçinin ilgisini çeken bir sorudur. İşte Cahit Bey'in çözmeyi çok arzu ettiği problem de budur. Tahminime göre, Cahit Bey'in, Ecolc Normale' de bulunduğu günlerden beri bu problem ile İlgilenmekte olduğu muhtemeldir. Not olarak hatırlatayım; E. Galois kendisi de bir zamanlar Ecole Normale' de idi. Ben Cahit Bey'in bu arzusuna, onun gençlik rüyası diyeceğim.

Kendisinin gençlik rüyası ile ilgili ilk çalışma, 1955 yılında Hamburg da yayınlanmış olan ve 'Construction of the seperable closure of the field of formal power series of characteristic p' adını taşıyan makale olmuştur. Bu, kendisinin abelyen olmayan lokal sınıf- cisim kuramını kurmak yönünde attığı ilk somut adımdır. Bu makalenin varlığını, Japonya'da iken, Y. Kawada'nın bir çalışmasından öğrenmiştim. Kanaatimce bu çalışma, Cahit Bey'in yaptıkları arasında en önemli olanlarından biridir. Cahit Bey, bu başarıyı elde ettikten sonra, geliştirdiği formalizm ile abelyen olmayan lokal sınıf-cisim kuramını kurmağa koyulmuştur. Özellikle, 1965-1967 yılları arasında Institute for Advanced Study, Princeton ve diğer Amerikan üniversitelerinde bulunduğu sıralarda, bu konu üzeninde ne kadar yoğun çalıştığını, kendisinin sonradan bana gösterdiği 500 daktilo sayfasını aşan ince hesaplardan bizzat görmüştüm.” 

Cahit Arf hakkında daha fazla bilgi edinmek ve yazılarını PDF formatında indirmek için lütfen tıklayınız

Sabancı Üniversitesi Rektörü matematikçi Prof. Dr. Tosun Terzioğlu, İnönü ile tanışmasını ve gelişen dostluklarını, onu bilime ve yöneticiliğe bakışını şöyle özetliyor:

“İlk kez Ortadoğu Teknik Üniversitesi'nin (ODTÜ) kuruluş sürecinde bir araya geldik. 1966 yılında yurt dışında doktoraya yeni başladığım dönemde, Erdal İnönü doktoramı bitirir bitirmez ODTÜ'ye gelmemi söyledi ve ben de bunu yerine getirdim. 1968'de ODTÜ'de mesleğe başladım. Erdal Bey dekandı ve bir dönem rektörlük de yaptı. Bu süreçte kişisel dostluğumuz da doğdu. Daha sonra, Boğaziçi Üniversitesi'ne geçti. O zamanlarda da dostluğumuz devam ediyordu. Siyasete girdikten sonra da başbakan yardımcısıydı ve benim TÜBİTAK başkanlığını üstlenmemi istedi. 5 yıl bu görevi yaptım. Erdal Bey'i bilim insanı olarak tanırım. Erdal Bey, fevkalade zeki, esprili, kültürlü, nazik ve bilge bir insandı. Tam anlamıyla bilge bir insandı”. Erdal İnönü' nün 'müthiş bir görev bilinci' ne sahip olduğunu da belirten Prof. Dr. Terzioğlu, bir süre Sabancı üniversitesinde ders verdi ve bu süreçte başlayan hastalığı için yurt dışına tedaviye gittiğinde, derslerini yarım bıraktığı için çok üzgündü. İnönü tedavi için ilk kez yurt dışına gittiğinde beni telefonla arayıp "İsterseniz projeleri bana buraya gönderin, hastanede okuyayım. Okumama İzin var” demişti. "Her konuyu ister siyasi olsun ister başka konu da olsun felsefi çerçeve içine oturtup o şekilde ele almayı çok severdi. Çok kültürlü bir insandı. Tüm bunlara rağmen fevkalade alçak gönüllü insandı. Siyaseti bıraktıktan sonra da kendisini TÜBİTAK Bilim Kurulu üyeliğine davet ettim ve kabul etti. Büyük de katkısı oldu. Kendisini böyle bir göreve getirmiş kişinin ona bilim kurulu üyeliği teklif etmesini 'nasıl olur?' diye düşünmedi. Yararlı olacağına inanıyordu. Sabancı üniversitesinde de bilim tarihiyle İlgili ders verdi.”

Erdal İnönü hakkında daha fazla bilgi edinmek ve yazılarını PDF formatında indirmek için lütfen tıklayınız

Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Fizik Bölümü öğretim üyelerinden Prof. Dr. Nuri Ünal' ın söylediklerini kısaltarak aktaralım:

"KED ışık ile yüklü parçacıklar (elektronlar) arasındaki etkileşmeleri tasvir eden, fiziğin en iyi kuramıdır. Kuram, foton ve elektron için yazılan hareket denklemlerinin anlaşılması ve çözümü üzerine kurulmuştur. Barut, hem KED' yi hem de Işık hızına yakın hızlarda geçerli olacak göreli kuvantum mekaniğini daha iyi anlamağa ve en az kavramla fiziği anlamağa yönelik bir program ortaya atmıştır. Öz-alan yaklaşımı olarak bilinen bu programda, elektronlar fiziksel süreçte her basamakta hem kendisi dışındaki sistemle hem de kendisi İlc etkileşmektedir. Burada İzlenen yaklaşımda, önce yüklü parçacıklar sisteminin kendi aralarındaki etkileşimleri ele alınmıştır. Özellikle hidrojen, müonyum ve (fiziğin çok özel bir sistemi olan elektron ile karşıt parçacığı pozitrondan oluşan) pozitronyum gibi iki parçacıklı atomların ince ve çok ince yapıları, geliştirilen iki-fermiyon denklemi ile çok iyi anlaşılmıştır. Ayrıca, elektronun onun kendi kendisiyle etkileşimi için öz-alan yaklaşımında atomların kendiliğinden Işık salarak yeni bir duruma geçiş yarı ömürleri, öz-enerjileri ve anormal magnetik momentleri için deneyle uyumlu, sonlu değerler hesaplanabilmiştir. Renormalizasyonu (KED hesaplarında karşımıza çıkan sonlu olmayan nicelikler ve bunlardan sonlu, ölçülebilen ve deneyle iyi uyuşan sonuçlar elde edebilmek sanatı) gerektiren İşlemlerin, problemin sınır ya da başlangıç koşulları kullanılarak, fiziksel bir şekilde çözülebileceği gösterilmiştir.

Ayrıca bu yaklaşım pozitronyum atomunun özelliklerini anlamak için kullanılmış ve kullanılmaktadır. Pozitronyum atomu şu anda KEL’de deneyle kuramın en çok ayrıldığı nokta olduğundan bu İşlemin sonuçlan oldukça önemlidir (Son cümle İhtiyatla karşılanmak durumundadır. Çünkü bu sözler 1994 yılında söylenmişti. Konunun uzmanı olmadığım için günümüzdeki durum hakkında yorumda bulunamayacağım).” 

Asım Orhan Barut hakkında daha fazla bilgi edinmek ve yazılarını PDF formatında indirmek için lütfen tıklayınız

Annesi Prof. Dr. Remziye Hisar oğlu doğduğu zaman şu Şiiri yazmıştı:

O tesadüf denilen derbederin

Ta ezelden beri kaynattığı Hilkat Kazanı

Derelerden, tepelerden getirilmiş acı, tatlı,

Yine binbir baharın ruhunu taktir ediyor;

Sonra,

O "zaman” adlı garip Kimyager,

Süzüyor yılları kat kül ederek,

Bulanık damlaları...

Yedi Nisan gecesi,

Ninelerden, dedelerden süzülen,

Doğanın en karışık bilmecesi,

Yine taktir olunurken

O girift İmbikten;

Şu tesadüf denilen eski kalender,

Nerelerden, nerelerden

Getirip yıllara süzdürdüğü ıtrı,

Yedi Nisan gecesi,

En nihayet bir küçük anneye

İhsan etti...

O gece

Bu mücevher hediye,

Hilkatin bir minicik şah-eseri,

Hilkatin bir minicik şah-eseri,

Bir viran haneyi mâmur,

Bir fakir anneyi “Karun" etti

Feza Gürsey hakkında daha fazla bilgi edinmek ve yazılarını PDF formatında indirmek için lütfen tıklayınız
Einstein ile Bir Saat
Stockholm'deki uluslararası mekanik kongresinden dönerken, Berlin'de Profesör Einstein'ı ziyaret ezmek istiyordum. Aslında, Berlin'de birkaç gün kalmak zorunda olduğumdan bu süre zarfında kendisini aramayı görev edinmiştim. Bu amaçla Stockholm 'deki kongreye katılan, tansör hesabının kurucusu Profesör Levi-Civita 'dan bir mektup almıştım Profesör Levi-Civita bu mektubunda, özellikle güç bilimsel konulara ilişkin görüşmekten kaçınacağını ve kendisini yormayacağım temin ediyordu. Einstein 'nın, öteden beri gayet basit ve çekingen bir hayat yaşadığını da biliyordum. Bu yüzden kendisini bulmak çok güçlü Berlin büyükelçimiz Kemalettin Sami Paşa'ya bu zorluktan bahsederken, Paşa büyük bir İyilik yaparak bu konuyu halletmeyi üstlendi. Nitekim tanı bir hafta bu işin peşinden koşarak bütün zorluklara rağmen bunu hakkıyla başardı. Einstein 'ın Berlin'e hemen yüz kilometre mesafede küçük bir köyün kenarında, orman yakınında bulunan villasında ne telefonu vardı ne orada olduğunu bilen biri. Ancak izini süren Sefir Paşa, komşularının telefonları aracılığıyla kendisini ziyaret etmemizi sağladı. Harekete artık bir gün kalmıştı; kendisini ziyaretten ümidi kesmiştim. İşte böyle bir anda öğleye doğru büyükelçimiz Kemalettin Sami Paşa, saat beşte Profesör Einstein'a çaya davetli olduğumuzu müjdeledi. Saat dörtte Batı Berlin'den Sefir Paşa’yla arabayla hareket etti; oldukça sıkı aramalardan geçtikten sonra, nihayet Einstein'ın bulunduğu köye gelmiştik. Orman kenarında olan bu köyün ilk göze çarpan yünü, pek ıssız ve doğal olmasıydı. "Villa Einstein " diye soruyoruz. Kimsenin haberi yok! Sonundu villaya giden patikaya çıkan yola geldik. Villayı öğrenebildik; villaya giden kum patikayı izleyerek orman kenarındaki ahşap villaya vardık. Bir dağ yamacında yapılmış olan bu villanın önünde geniş bir ahşap terası vardı. Bunu bir merdivenle çıkılıyordu. İşte bu arsaya, villanın tek bir odası boylu boyunca bakıyordu. Bu oda modern tarzda döşenmiş hem yemek hem de oturma odasıydı. Artık bu odaya girmişlik. İçeride kimse yoktu. Burada da tekrar "geldiğimizi nasıl haber vereceğiz; evin sakinlerini nasıl bulacağız?” sorunuyla karşılaştık. Kararsızlığımızdan çıkan gürültü üzerine hizmetçi kız geldi ve geldiğimizi haber verdik Önce Madam Einstein bizi, çektiğimiz zorlukları bilen bir tavırla karşıladı. Görüşmemizden dolayı çok memnun olduğunu söyledi. Hemen hizmetçi kız ile Profesör Einstein 'e haber yolladı, Geçen sene telefonu olun bir villada oturduklarını, her gün, her taraftan (Paris, Londra ve New York'a değin) gelen telefonlarla çok fazla meşgul edildiklerini, bu sene, bu villada gayet sakin ve rahat yaşayabilmek için kesinlikle telefon almadıklarını ve hatta izlerini bile gizlemeğe çalıştıklarını söyledi, Gerçekten, çok tanınmış olmaktan kaynaklı bir ters etki olan bu yalınlığı anlamak zor değildi. Einstein, ne Edison gibi her gün kullandığımız uygar araçların mucidiydi ne de Pasteur gibi hayatımızı kendisine borçlu olduğumuz bir aşıyı bulmuştu. Gene de en popüler İsimlerdendi. Hem de tuhaf olan şuydu ki ünlü Emil Ludwig 'İn dediği gibi, Einstein 'dan bahseden üç yüz milyon kişi olmasına rağmen, onu gerçekten anlayanların sayısı bini geçmez. Büyük savaşlar, ekonomik mücadeleler arasında yorgun düşen, ezilen insanlık, Einstein görelilik kuramını ortaya koyduğunda, hiç olmazsa bir an için üstünlüğünü hissetmiş ve insan dehasının ne kadar güçlü olduğunu övünerek seyredebilmek fırsatını bulmuştur. İşte bundan dolayı Einstein böyle bir popülarite kazanmıştır diyebiliriz Nihayet Profesör Einstein geldi. Önce, hangi dilde konuşabileceğimizi sordu; Almanca olmasına memnun oldu. Kemalettin Sami Paşa profesörün davetine çok teşekkür etti. Profesör Einstein, resimlerindeki gibi hatta belki de daha yumuşak bir izlenim bırakıyordu. Kendisi daha çok bir sanatçı İzlenimini veriyordu. Keten bir pantolon ve üzerine yün bir fanila giymişti. Ayağında çorapsız bir sandalet vardı. Böylece, villasında büyük bir içtenlik ve yalınlıkla bizi kabul ediyordu. Paşa, Türkiye'de Mühendislik Fakültesi'nde de bu soyul kuramla uğraşıldığını büyük bir zevkle söyledi. Bilimsel konuşmalara girişebilmek için, paşanın bu sözünden yararlanarak, görelilik üzerine Mühendislik Fakültesi'nde verilen dersin seviyesini anlatmak için, onun kitaplarından başka, Weyl, Eddington, v. Laue, J. Becquerel ve diğerlerinin kitaplarının okutulduğunu söyledim
 
Kerim Erim hakkında daha fazla bilgi edinmek ve yazılarını PDF formatında indirmek için lütfen tıklayınız
Prof. Dr. İsmet Ertaş, İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Denel Fizik Enstitüsü Müdürü Ord. Prof. Dr. Kurt Zuber ile 1953 yılında tanıştı. Zuber, Avrupa üniversitelerinde birinci sınıf derslerini en deneyimli öğretim üyelerinin vermesi ilkesine uygun olarak, bu dersleri veriyordu. 1954 yılında mezun olduktan sonra Zuber'in enstitüsünde asistan olarak göreve başladı ve onun doktora öğrencisi oldu. Zuber'in ders deneylerini hazırlamak ve ders sırasında yardımcı olmak Ertaş'ın başlıca görevlerindendi. Denel fizik dersleri Almanca verilirdi, ancak Zuber seminerleri ve sohbetlerinde Türkçe konuşurdu. Öğle yemeklerinde ve çay saatlerinde Zuber, öğretim elemanları ve asistanlarla toplantılar yapar, sınav kağıtlarını inceler ve değerlendirme yapardı.
 
Zuber, hem disiplinli hem de çok yönlü bir insandı. Öğrencilerin, özellikle asistanların yetişmesi için büyük çaba gösterirdi. Asistanlarının çalışmalarını düzenli olarak denetler, onları araştırma ve öğretim konularında teşvik ederdi. Enstitüdeki ince mekanik atölyesi, araştırma ve öğretim için gerekli aletlerin yapımında hayati öneme sahipti. Zuber, ustaların dışarıdan iş almasına izin vererek atölyenin devamlılığını sağlardı. Bunun yanı sıra, asistanlarını İstanbul'un tarihi yerlerine ve Türkiye'nin çeşitli bölgelerine gezilere götürerek kültürel bilgi ve farkındalıklarını artırırdı.
 
Prof. Zuber, 1970 yılında İstanbul Üniversitesi'nden emekli oldu. Zuber'in, İsviçre'deki parlak öğrencilerden biri olduğunu ve Mössbauer olayının öncüsü olarak tanındığını öğrendim. 1987'de Zürih Üniversitesi'ni ziyaret ettiğimde, Zuber'in Bern'deki evine gidip kendisiyle görüştüm. Zuber, ilerleyen yaşı nedeniyle sağlık sorunları yaşıyordu. Bu ziyaretimden dört yıl sonra yazdığım mektuba eşinden gelen cevapta, Hocaların Hocası Prof. Zuber'in vefat ettiği bildirildi. Zuber'in disiplini, öğretim yöntemi ve insanlara olan ilgisi, onu tanıyan herkes üzerinde derin izler bırakmıştır.
 
Kurt Zuber hakkında daha fazla bilgi edinmek ve yazılarını PDF formatında indirmek için lütfen tıklayınız
Sevgili Eşim Prof. Dr. Ali Rıza Berkem'in anısına...
İlk kez İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi'nde amfi şeklindeki dershanemizde 1949 yılında "Atomistik-Çekirdek Kimyası” dersinde tanıdığım Prof. Dr. Ali Rıza Berkem'in rahatlıkla not tutabildiğim ve hayranlıkla izlediğim, hiç devamsızlık etmediğim dersinden yazılı ve sözlü imtihanı müteakip "yıldızlı pekiyi” alarak (hocanın tabiri ile) son sınıfa geçmiş, bu defa "Elektrokimya” dersi ile yeniden öğrencisi olma şansını elde etmiştim. Çok sevdiğim arkadaşım merhum Perihan Göçmençelebi ile birlikte çok iyi hazırlandığımız imtihanımızı da pekiyi derece ile vererek 1950 Haziran döneminde mezun olmuştuk. 
İşsiz geçen bir yılın ardından, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Temel Bilimler Biyokimya kürsüsünde başlayan asistanlık ve onu takip eden yıllarda da biyokimya dalındaki uzmanlık sınavlarından sonra görev aldığım SSK İzmir Hastanesi'nde iken biyokimya hocam Prof. Dr. Stary'nin önerisi ile Amerika'da kanser üzerine çalışma yapmayı hedeflemiştim. Bunun için; biyokimya dışındaki bir hocamdan da alınacak referans mektubunu temin etmem gerekiyordu. O sırada İzmir'e sömestr tatiline gelen 8-9 sene önceki eski hocam Prof. Dr. Ali Rıza Berkem beyi, referans mektubunu görüşmek için rahmetli eniştem (baba dostum) aracılığı ile merhum babamla birlikte ziyaret ettik. Ben sabırsızlıkla vermesini istediğim referans mektubunu beklerken, muhterem annelerinin ısrarları ile "evlenme” teklifi aldım. Pek çok sınıf arkadaşımım ve meslektaşımın hayret ve şaşkınlığına neden olacak zorlu bir karar aşamasından sonra; 48 yıl, 8 ay, 21 gün huzur ve mutlulukla geçen bir beraberliğe, hayat arkadaşlığına, 20 Şubat 1958'de nişan ve onu takiben 1 Eylül 1958'de de evlilik töreni ile başladık.  
Hocanız olarak tanıdığınız, hatta saygı ve hayranlık ile beraber biraz da korku duyduğunuz bir kişiyi eşiniz olarak görmeniz pek kolay olmayacaktı tabii... Nitekim her evlilikte olduğu gibi ayrı ortam ve şartlarda yetişmiş kişilerin beraberliğinde hiç şüphe yok ki farklı görüş ve davranışlar olacaktı, nitekim olmuştur da. Hiçbir olumlu önerimin Ali Rıza Bey tarafından ilk etapta kabul gördüğünü söyleyemem; ancak mantıklı ve ikna edici ısrarlarım sonrasında zorlukla da olsa önerilerim genelde kabul görmüştür.  
Eski öğrencileri çok iyi bilirler; zorlu bir hoca olduğu kadar zorlu bir eş idi... Ama hiçbir öğrencisi yoktur ki kendisini sevmesin, saymasın. Çünkü kendisi de her insanı insan olduğu için hiçbir fark gözetmeksizin sevmiştir, tabii ailesini de. Sık sık Allah'ın kendisini sevdiğini, ona üç hayırlı kız evlat ve eş verdiğini söylerdi. Pek çok konuşmasında önümüzdeki yıl doğumunun 100. (23 Eylül), hocalığının 75. (1 Ağustos), evliliğinin ise 50. (1 Eylül) yılını kutlayacağını ve kendisini dinleyen herkese, "davetlimsiniz” derdi. Yeni Üniversite'nin kuruluşundan itibaren birlikte görev aldığı çok değerli arkadaşlarının dünyadan erken ayrılmaları nedeniyle şaka yollu acele ettiklerini söyler, "Bu güzel dünyadan gitmenin ne gereği vardı." derdi. Yine şaka tarzında, "Öbür dünyayı çok merak ediyorum. Gidip oralarda neler olduğunu görüp öğrenmeyi, sonra tekrar dünyaya gelerek olup bitenleri anlatmayı istiyorum” diyordu. Her zaman olduğu gibi bilgi edinmek, öğrenmek ve öğrendiklerini yıllarca (70 yıl) öğrencilerine, hocalığındaki gibi o güzel anlatımıyla aktarmasını ne kadar isterdik. Her ulusal ve uluslar arası kongrelerde irticalen sunduğu açılış konuşmalarının ve ardından tebliğ aralarında, kahve molalarında etrafını saran sevgili öğrencileriyle yaptığı sohbetleri çok ama çok arayacağız.  
Sevgili eşi olarak her gece el ele tutuşarak Allah'ımıza sağlıklı huzurlu mutlu geçen günümüze birlikte şükredişimizi, sevgili babaları olarak evlatları, sevgili dedeleri olarak torunları onu arayacağız. Fakat sıcaklığını hep hissedecek, içimizde yaşatacağız. O hep yanı başımızda olacak...   
 
Ali Rıza Berkem hakkında daha fazla bilgi edinmek ve yazılarını PDF formatında indirmek için lütfen tıklayınız

Prof. Dr. İsmet Ertaş (Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Eski Dekanı ve Fizik Bölümü Emekli Öğretim Üyesi

Öğrenciliğim sırasında Fahir Hoca İsviçre'de tedavide olduğu için ondan ders alamamıştım. Kendisini asistanlığım döneminde tanıdım. O zaman Türk Fizik Derneği'nin başkanı idi ve hemen her hafta Cuma günü saat 17'de Genel Fizik Amfisi'nde üyelerden biri son yaptığı araştırma hakkında seminer veriyor, seminerden sonra katılanlara Fizik Kütüphanesi'nde küçük bir ikramda bulunuluyordu. Derneğin sekreterliğini Kütüphanenin Müdürü Makruhi Hanım yapıyordu. Fahir Bey, Atom ve Çekirdek Fiziği Enstitüsü'nün Direktörü (Müdürü) idi. Fakültenin aynı bloğunda yer alan Genel Fizik Enstitüsü Direktörü Prof. Dr. Marcel Fouche ile ara sıra ters düşer, tartışmalarının kavgaya dönüştüğü olurmuş. Böyle bir tartışma sonunda Fahir Hocanın tornavidayı kaparak Prof. Fouche'yi merdivenlerden yukarı kovaladığı söylenirdi.

Fahir Yeniçay hakkında daha fazla bilgi edinmek ve yazılarını PDF formatında indirmek için lütfen tıklayınız
Prof. Dr. ismet Ertaş 
(Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümü Emekli Öğretim Üyesi) 
 
Prof Dr. Fikret Kortel'i 1954 yılında İ.Ü. Fen Fakültesi Denel Fizik Enstitüsü'nde asistan olarak göreve başlayınca tanıdım. O zaman Dr. Asistandı. Fikret Bey Denel Fizik Asistanı olmakla beraber teorik çalışan bir kişi idi. Gerek onun ve gerekse Dr. Feza Gürsey'in değerini anlayan Ord .Prof. Dr. K. Zuber, onları Enstitüsüne alarak teorik çalışmalarına imkan vermiştir. Fikret Bey ve Feza Bey doçent olunca Türkiye'nin ilk Teorik Fizik Enstitüsü'nü, Matematik blokunun üst katında kurdular ve bu alanda büyük hizmetler verdiler. 
 
Fikret Bey mütevazı ve hoşsohbet bir kişi idi. Seminerlerini bir sohbet havası içinde verirdi. Denel Amfisindeki seminerinde, Fizik bir üst üste inip çıkan yazı tahtalarını denklemlerle birkaç kez doldurduktan sonra vardığı sonucu dikdörtgen içine alarak fiziksel yorumunu yapmış ve "Allah'ın bütün bu anlattıklarımı ve yazdıklarımı bilmesi gerekmez. Çünkü onun için her şey doğal ve apaçıktır.” demişti. Ünlü bir Fizikçiyi anlatırken 110, bu konunun Allah'ıdır." derdi. Çay Odası'nda genellikle uzun masanın sağ kenarının arkasında oturarak çıkınını açar ve öğle yemeği ihtiyacını giderirdi. Bu arada sohbetlere katılırdı. Böyle bir gün Hitler'den söz açılınca Fikret Bey şu soruyu sordu: 
-Hitler'i size teslim etseler ne yapardınız? 
Bu soruya odadakilerden kimi, "Çekip vururdum!” kimi, "Ekmek bıçağını kalbine saplardım.”, 
Kimi, “Kafasına balyozu İndirirdim!” gibi cevaplar verince Fikret Bey, 
-İyi ki Hitler'i size veren olmadı. Demek ki verseler onu ziyan edecekmişsiniz. 
Deyince Dr. Nezihe Taşköprülü, 
-Peki Fikret. Hitler'i sana verseler sen ne yapardın? dedi. 
Fikret Bey, "Onu ayaklarından bileyi taşına tutar, yavaş yavaş işini bitirirdim.” cevabını verdi. 
Fikret Bey çok tutumlu bir insandı. Yeni elbise giydiği nadirdi. Ceketinin kol uçları pörsümüş olurdu. Kolundaki saatin sünnet armağanı olduğunu söylemişti. Bir gün çay Odası'ndaki sohbet, her gün Enstitü ‘ye geliş-dönüş zorluklarından açılmıştı. Fikret Bey de her gün Bebek'ten Beyazıt' a gelinceye kadar dolmuş ve tramvaylarda çektiği sıkıntıları anlatınca Dr. Nezihe Taşköprülü ona, 
-Fikret, sen istersen bu sıkıntıları çekmeyebilirsin. Niçin bir araba almıyorsun? dedi. Fikret Bey, 
-Nasıl alabilirim, Nezihe Hanım? Halimizi görüyorsun. Bu maaşla araba alınabilir mi? 
Nezihe Hanım —Maaşla alınsa ben de alırdım. Ama sana babandan bir sürü mal mülk kaldı. Onların geliri ile pek alâ alabilirsin. 
Fikret Bey —Ama o mallar benim değil ki. Onları babam, bana değil torunlarına bıraktı. 
Fikret Bey gerçekten zengindi. Bildiğimiz kadarı ile Bebek Koyu sırtlarında "Hüsnü Kortel Korosu” olarak anılan arazi ve Mısır Sefareti'nin bulunduğu sahildeki bazı binalar babasından ona miras kalmıştı. 
Fikret Bey bir hafta sonu Denel Fizik Enstitüsü öğretim elemanlarını Bebek'teki evine davet etmişti. O zaman oğlu Fuat dört-beş yaşlarında bir çocuktu. Fuat bir ara misafirlerin yanına gelince Fikret Bey ona Almanca bir şeyler söyledi. Çocukla Almanca konuşmasına bizlerin şaşırdığını gören Fikret Bey açıklama yaptı: Fikret Bey çok iyi Almanca, eşi Perran Hanım çok iyi İngilizce bildikleri için Fuat doğunca aralarında bir prensip kararına varmışlar. O andan itibaren Fuat'la Fikret Bey Almanca, Perran Hanım ise İngilizce konuşacak, evdeki babaanne ve diğerleri doğal olarak Türkçe konuşacaklar. Böylece çocuk üç dili aynı zamanda öğrenecek. Öyle yapmışlar. Tercüme kavramı olmayan Fuat, babasının söylediği bir şeyi annesine İngilizce olarak, evdeki diğerlerine ise Türkçe aktarıyormuş. 
Fikret Bey Fuat'a Allah'ın her şeyi bildiğini, her yerde hazır ve nazır olduğunu, her şeye gücünün yettiğini, her şeyi onun yarattığını söyleyerek "Allah” kavramını anlatmaya çalışmış. Onu dinleyen Fuat'ın "Allah, kaldıramayacağı kadar ağır taş yaratamaz.” dediğini çay odasında anlatmıştı. Aradan yarım yüzyıl geçti. İnşallah Fuat, babasını da aşarak ondan da büyük bir adam olmuştur.  
 
Fikret Kortel hakkında daha fazla bilgi edinmek ve yazılarını PDF formatında indirmek için lütfen tıklayınız

"Otur oturduğun yerde Edward Teller!”

Prof. Dr. Tolga Yarman (Işık Üniversitesi)
 
Behram Kurşunoğlu ile 1977'de Dünya Erke Konferansı'nın Genel Raportörlüğü görevim uzantısında tanıştım. İlginç düşünceleri vardı. Fizikçi idi, ama özellikle çekirdek reaktör kazaları, dolayısıyla çekirdeksel güvenliğe, o arada genel erke sorunlarına kafa yoruyordu. Beni bir yıl sonra Miami'de düzenlediği "Dünya Erke Sorunları” konulu bir toplantıya davet etti. Bu toplantıda birçok tanınmış, Nobel Ödüllü bilim adamı ile tanışma şansım oldu. Paul Dirac, Nikolay Basov, yardımcısı onun (Nobel Ödülünün eşdeğeri olarak tasnif edilen Lenin Ödülü sahibi, şimdilerde yetmişlerinin ortalarında olan) Vladislav Rozanov, Hans Bethe, Hoffstatter gibi isimler bunların arasındaydı. Erdal Hoca'nın (İnönü) hocası Profesör Wigner'i de, eğer programlanmış olduğu gibi toplantıya gelebilse tanıma şansım olacaktı. Ne yazık ki onunla hiç karşılaşamadım... 
Behram Hoca'nın daveti uzantısında, Miami'de, hidrojen bombasının babası olarak bilinen Macar asıllı Edward Teller'le de tanıştım. Teller, şüphe yok çok etkileyici biriydi; kalının kalını kasları, karizmanın dekoru gibiydi. Atom bombasının babası Oppenheimer'i, siyasi ihtiraslarıyla daraltmayı beceren Teller'le tanışmıştım. 
Toplantının akşam yemeğinde Behram Hoca'nın Teller' e dönüp "Sen benim yanımda bir defa konuşmazsın, çünkü (onun Macar asıllı olmasını kastederek) yüzyıllar süren Osmanlı işgalinin psikolojisinden kurtulmuş olman mümkün değil, otur oturduğun yerde!”, diye ona benzersiz bir tuluatla yüklenmesi, başta Edward Teller, herkesi kahkahaya boğduydu. 
 

Behram N. Kurşunoğlu hakkında daha fazla bilgi edinmek ve yazılarını PDF formatında indirmek için lütfen tıklayınız

Müzeyyen Erk'in Anılarında Şevket Erk
Prof. Dr. Müzeyyen Erk
 

Şevket Erk'i 1973 yılında tanıdım, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Göğüs Hastalıkları Ana Bilim Dalı'nda (o tarihte Pnömo-Ftizyoloji Kürsüsü deniyordu) asistandım. Hocam Prof. Dr. Rauf Saygın beni çalışmayan bir aleti çalıştırmakla görevlendirdi. O sırada iki fizikçi arkadaş Tuna ve Gönül kürsümüzde volonter olarak çalışmaya başlamışlardı. Solunum fonksiyon testlerinin yapıldığı laboratuvarımızın sorumluluğunu alacaklardı. Hocamın çalıştırılmasını arzu ettiği araç kanda oksijen, karbondioksit ve PH ölçümü yapan ilk jenerasyon, elektronik özelliği olmayan, tamamen mekanik özellikte olan bir araçtı. Ben, Gönül ve Tuna epey uğraştık ve aleti çalıştıramadık. Bunun üzerine Gönül ve Tuna, hocaya bir öneride bulundular. İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümü’nde, bu aleti çalıştırabilecek bir kişiyi tanıdıklarını, Dr. Şevket Erk isimli bu fizikçinin yurt dışından yeni geldiğini anlattılar. Hocamız Fen Fakültesi'ne bir yazı göndererek yardım İstedi. Sonuçta Dr. Şevket Erk söz konusu aleti çalıştırmayı başardığı gibi, sonraki zamanlarda da solunum fonksiyon laboratuvarımızın her zaman İmdadına yetişti. Esasen, Şevket Erk' İ kliniğimize İlk geldiğinde hemen tanımıştım. Çünkü biz tıbbiye birinci sınıfta (1965-1966 ders yılı), Fen Fakültesi'nde FKB (Fizik, Kimya, Biyoloji) okumuştuk. Derslerimizin tümü Fen Fakültesi'nin büyük salonunda yapılırdı (Bu salonun adı son yıllarda "Ord. Prof. Dr. Cemil Birsel Konferans Salonu” olmuştur). Şevket Erk ve Nezih Şatıroğlu, Prof. Dr. Cavit Ener' in bize anlattığı denel fizik derslerine asistan olarak girerler ve ders boyunca sahnenin kenarında ayakta dururlar ve deneyler sırasında hocaya yardım ederlerdi. Bu dersler son derece renkli olurdu ve büyük bir İlgiyle dinler ve deneylere her seferinde hayran olurduk. Deneylerden birinde konferans salonunun balkonundan kedi atılmıştı. Kedinin dört ayağı üzerine düşebildiğini görmüştük. Daha sonraki yıllarda bu kedilerin nereden bulunduğunu öğrenince çok gülmüştük. Asistanlar deney için gereken kediyi, bir gün önceden, sokaktan ve bin bir güçlükle yakalayıp, odalarında saklayıp deneyden sonra gene sokağa bırakırlarmış. Kedi deneyi gibi etkilendiğimiz ve unutamadığımız İki deney daha vardı. Biri, gülün aniden dondurulması, diğeri kurşun sıkıldığı halde camın delinmesi ama kırılmaması konusundaki deneylerdi... Öğrencilik ne güzeldi...

Şevket Erk hakkında daha fazla bilgi edinmek ve yazılarını PDF formatında indirmek için lütfen tıklayınız

Prof. Dr . Süleyman Özoğlu

Prof. Dr. Rauf Nasuhoğlu, eğitim ve bilim dünyasında derin izler bırakan değerli bir akademisyen ve öğretmendir. Fransa'da fizik lisansını tamamladıktan sonra Malatya Lisesi'nde fizik-kimya öğretmeni olarak göreve başlayan Nasuhoğlu, öğrencilerin merak ve öğrenme isteğiyle dolu olduğunu fark etti. Trabzon Lisesi'ndeki görevi sırasında, fen öğretiminde laboratuvar deneyimi kazanmaya başladı. Necatibey Eğitim Enstitüsü'nde ise öğretmenliğin anlamını tam olarak kavradı ve öğrencileriyle birlikte ders kitaplarının tercümesini gerçekleştirdi. Bu dönemde, fen öğretiminde sistematik laboratuvar uygulamalarını başlattı ve öğrencilerle kaynak arama çalışmalarına katıldı.

 
Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü ve Ankara Fen Fakültesi'nde görev yaptığı yıllarda, lise düzeyinde modern fizik öğretim programlarını geliştirerek, laboratuvar araçlarının kullanımını yaygınlaştırdı. Nasuhoğlu, 1960'larda Sputnik'ten sonra başlayan modern fen programlarının Türkiye'de uygulanmasına öncülük etti. Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi'nde dekanlık yaptığı dönemde, Fen Lisesi'nin kuruluşunda ve modern programların yaygınlaştırılmasında etkin rol oynadı. MEB Fen Öğretimini Geliştirme Bilimsel Kurulu Üyesi olarak 10 yılı aşkın süreyle fen öğretiminde araştırma projelerine katkıda bulundu.
 
Prof. Dr. Rauf Nasuhoğlu, TÜBİTAK destekli projelerle fizik öğretimini geliştirmeye yönelik çalışmalarda bulundu. Ortaöğretim fen programlarının çağdaşlaştırılmasında ve fizik öğretmenlerinin yetiştirilmesinde önemli hizmetler verdi. Türk Fizik Derneği ve Türk Fizik Vakfı'nın kuruluşunda yer aldı, Fizik Terimleri Sözlüğü'nü hazırladı ve Türkçe'nin bilim dili olarak geliştirilmesine katkı sağladı. 1987 Eğitim Hizmet Ödülü sahibi Prof. Dr. Nasuhoğlu, modern ve bilimsel eğitim anlayışının öncüsü olarak, eğitim sistemimize ve gençlerimize büyük hizmetler sunmuş, 21 Haziran 1996 tarihinde aramızdan ayrılmıştır. Onu saygı ve rahmetle anıyoruz.

Rauf Nasuhoğlu hakkında daha fazla bilgi edinmek ve yazılarını PDF formatında indirmek için lütfen tıklayınız

Prof. Dr. Füsun Sokulu - Akıncı

(İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Ceza ve Ceza Usül Hukuku Anabilim Dalı Başkam Ceza Hukuk ve Kriminoloji Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü)

Adnan Amcam;

Küçük bir çocuk olduğum günlerde rahmetli babacığım, Vedat Sokullu ailemizden yetişmiş olan bilim adamlarını bana hep anlattı ve örnek gösterdi: Prof. Dr. Ahmet Kamil Sokullu, Prof. Dr. Adnan Sokullu, Prof. Dr. Orhan Alisbah, Prof. Dr. Hürol İnsel, Prof. Dr. Erdoğan Yalav....... Özellikle aynı soyadım taşıdığım Adnan Amcam, çalışkanlığı, İçten ve esprili kişiliği ve İnsan sevgisiyle bana ışık tutmuş bir kişidir. Son derece şık giyinirdi; davranışları İle tam bir İstanbul Beyefendisi idi.

Adnan Amcam, Darüşşafaka'da lise eğitimini üstün başarı ile tamamladıktan sonra yüksek öğrenimini burslu olarak Almanya'da tamamlamış; daha sonra İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi'nde çok kısa zamanda Profesör olmuştur. Babam kendisinin fakültesindeki en genç öğretim üyesi ve dekan olduğunu söylerdi. Benim hatırladığım, kendisinin almış olduğu teklif üzerine erken emekliye ayrıldığı ve Amerika Birleşik Devletleri Cleveland Ohio'da çok saygın bir üniversitede uzun yıllar profesör olarak çalıştığı ve orada yaptığı buluşlarla büyük ün kazandığıdır. Kendisine ABD vatandaşlığına geçerse daha yüksek maaş alabileceği söylendiyse de bunu kabul etmemiş ve sonunda çok özlediği vatanına dönmüştür. "Çok özlediği vatanı” İbaresini özellikle vurgulamak İsterim: Cleveland'a giden bir folklor ekibimizin gösterisi sırasında, amcacığımın gözlerinden yaşların İp gibi indiğini eşi Sanay Sokullu anlattığında "o dağ gibi adamın nasıl da gözlerinden yaşlar İnmiş” diye çocuk aklımla çok hayret etmiştim.

İlkokulu bitirdiğimiz yıllardı. Hem benim hem de kardeşimin gideceğimiz okullar Adnan Amcamız' a danışılarak kararlaştırıldı. Özellikle erkek kardeşimin Alman Lisesi' ne kaydolmasını amcamız belirlemiştir. Amerika'da bulunduğu yılarda sürekli olarak haberleştiğim, bana her zaman yol gösteren bir büyüğüm olmuş; çalıştığım konularda rastladığı yayınlan bana sürekli postalamağa üşenmemiştir.

Nur İçinde yat amcacığım!

 

Adnan Sokullu hakkında daha fazla bilgi edinmek ve yazılarını PDF formatında indirmek için lütfen tıklayınız

Prof. Dr. İsmet Ertaş

(Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Eski Dekanı ve Fizik Bölümü Emekli Öğretim Üyesi)

Ben öğrenci iken Sadrettin Bey doçent idi. Onun gibi profesörlüğü hak ettiği halde 20 yıldır doçent kadrosunda çalışan çok sayıda öğretim üyesi vardı. Sadrettin Hoca'nın Geometrik Optik dersine devam etmiştim. 1954 yılında asistan olunca onu daha yakından tanıma imkânım oldu. Sohbetlerinde sık sık hemen emekli olsa alacağı maaşla halen almakta olduğu maaşı karşılaştırır ve "Bedava çalışıyoruz, bedava” derdi. 1950’li yılların sonuna doğru İstanbul Üniversitesi yeni öğrencilerini test sınavı yaparak seçmeye başlamıştı. 1958 yılındaki test sınavında Hukuk Fakültesi'nin bir amfisinde gözcü olarak görevli idim. Salon başkanımız Doç. Dr. Sadrettin Tunakan idi. Sınav başladıktan sonra adaylardan biri sigara yakıp tüttürmeye başladı. Sadrettin Hoca onun yanına gelerek nazik bir şekilde sigarayı söndürmesini rica etti. Öğrenci adayı, "Sigara içmezsem iyi düşünemiyorum. Bildiğim soruları bile cevaplayamıyorum. Sigara zihnimi açıyor.” dedi. Sadrettin Bey, sınavda sigara İçilmesinin kesinlikle yasak olduğunu söyledi. Aday, "Ama ben geçen yılki sınavda içtim.” deyince Sadrettin Bey, "Belli oluyor.” Karşılığını verdi ve salonda bir kahkaha tufanı patladı.

Sadrettin Tunakan hakkında daha fazla bilgi edinmek ve yazılarını PDF formatında indirmek için lütfen tıklayınız

Prof. Dr. İsmet Ertaş (Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Dekanı ve Emekli Öğretim Üyesi)

Şimdi adını hatırlayamadığım bir İngiliz düşünürü "centilmen”i, şöyle tanımlıyor: "Gerçek bir centilmen; tek başına oturduğu karanlık bir odada esnerken, ağzını eliyle kapatan kimsedir”. Bu tanıma uyan bir kişi az bulunur ama ben böyle bir centilmen tanıdığım İçin mutluyum. Bu centilmen, zamanın Urfa Müftüsü Müderris Abbas Bey'in oğlu, Prof. Dr. Celal Saraç'tır. Onun adını ilk kez 1951' de İstanbul  Üniversitesi Fizik Kütüphanesi' nde rastladığım bir kitabından öğrenmiştim. Ancak, kendisini, 1962 yılında Ankara Üniversitesi'nden Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Genel Fizik Kürsüsü profesörlüğüne naklen atandığı zaman tanıdım. Ege Üniversitesi Genel Fizik Kürsüsü' nü kurup geliştiren Prof. Dr. Celal Saraç, Atatürk'ün 1933 yılında gerçekleştirdiği Üniversite Reformu'nda, İstanbul Üniversitesi Genel Fizik Enstitüsü'ne doçent olarak atanan ilk öğretim üyelerinden olup, Ankara Üniversitesi Fizik Bölümü'nün de kurucusudur. Bir dönem Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Dekanlığı yapan Prof. Dr. Celal Saraç, Ege Üniversitesine naklen atandıktan bir yıl sonra 1963' de Ege Üniversitesi Rektörlüğü'ne seçilmiştir. Her ne kadar, öğrencisi olarak dersini dinlememiş isem de, kitaplarından yararlandığım için, Prof. Dr. Celal Saraç hocam sayılır. Celal Hoca giyimine, görünümüne daima dikkat eder; karşılaştığı kişilere, bunlar "öğrencisi de olsa, fötr şapkasını çıkararak selam verir; son  derece nazik bir ses tonuyla konuşurdu. Gözüyle, sözüyle, görünüş ve davranışıyla kimseye rahatsızlık vermezdi. Herkese samimi duygular besler; kimseyi düşmanca eleştirmezdi. İzmir'in yaz sıcağını yaşayanlar bilirler. Mayıs ayından başlayarak artan sıcaklara rağmen, Celal Hoca'yı kravatsız gören olmamıştır. 

Öğrencilerine yalnız öğretmekle yetinmeyip eğitmeye de çalışır; onların bir üniversiteliden beklenen örnek tutum, davranış ve görünüm içinde olmalarını hassasiyetle izler ve gerektiğinde bir baba şefkati ile uyarırdı. Koridorda yakası bağrı açık bir öğrencisine rastladığında ona şefkatle yaklaşarak "Günaydın evladım, nasılsın? Seni böyle görünce üzüldüm. Bir sıkıntın mı var? Bu durumun bir üniversite öğrencisine yakışmıyor. Küçüklere örnek olman lazım; lütfen yakam İlikle ve yarın da kravatsız gelme.” mealinde nasihat ettiğine birkaç kez tanık oldum. Emekli olduktan sonra, İstanbul'un Kadıköy tarafında satın aldığı küçük bir apartman dairesine taşındı. Meraklı olduğu bilim tarihi araştırmalarına yoğunlaştı ve bu alanda yeni eserler yayınladı. İstanbul'a her gidişimde onu ziyaret ettim. Kendisiyle oldukça sık mektuplaştık. Celal Hoca'nın sohbetleri gibi, mektupları da nazik ifadelerle yazılmış eğitici- öğretici belgeler niteliğinde idi. Lise edebiyat derslerinde ünlü yazarlarımızın mektuplarından  örnekler okumuştuk. Celal Hoca'nın mektupları onları hatırlatıyordu. Yazışma konunuza denk getirip ya ünlü filozofların sözlerinden ya da ünlü edebiyatçılarımızın şiirlerinden örnekler verirdi. Ben, hep onun gibi mektup yazamamanın eksikliğini hissettim. Mektuplarım hâlâ saklıyorum.

Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Dekanı olarak görev yaptığım 1980' li yıllarda, davetimiz üzerine bizi kırmayarak, senede bir iki kez konferans vermek üzere fakültemize şeref verirdi. İlk gelişinde, dekanlık binası kapısından girerken, büyüğüm olarak kendisine yol verdim. Hemen geri çekildi ve ısrarla benim önce geçmemi istedi. Bir ara yalnız kaldığımızda, bu davranışını açıklama ihtiyacı duydu. "Biz ikimiz yalnızken yol yaşlının olabilir. Ancak yanımızda üçüncü biri varsa yol makam sahibinindir. Bunu unutmayınız” dedi.

Celal Hoca, arkada beş ömre sığabilecek aşınmaz yazılı ve canlı birçok eser bırakarak 23.8.1998 yılında aramızdan ayrıldı ve "Cumhuriyete Kanat Gerenler” arasında yerini aldı. Dokuz Eylül Üniversitesi'nin Kurucu Rektörü Prof. Dr. Ömer Yiğitbaşı, Celal Hoca'yı "Son Osmanlı Efendisi” olarak tanımlardı. Onu, bundan daha iyi anımsatacak başka bir deyim düşünemiyorum.

Celal Saraç hakkında daha fazla bilgi edinmek ve yazılarını PDF formatında indirmek için lütfen tıklayınız

Sema Öner

Prof. Dr. Durul Ören (Yıldız Teknik Üniversitesi Rektörü)

Prof. Dr. Mustafa İnan'ın deyimiyle "Hocaların Hocasının Hocası” Ord. Prof. Salih Murat Uzdilek 6 Şubat 1891 'de İstanbul Samatya'da doğmuştur. Annesi Saniye Hanım, babası Bahriye Çarkçı Ameliyat Okulu matematik öğretmenlerinden Kıdemli deniz Yüzbaşısı Giritli Şefik Bey'dir. 1903 yılında Bahriye Mektebi' ne, 1905 yılında Bahriye Mektebi Harbiye (Deniz Harp Okulu)' sine girmiş; 1907 yılında Mülâzun Sani (Teğmen) rütbesiyle mezun olmuştur. Mesudiye Zırhlısı' nda, Asarı Tevfik, Merkez Sefinesi' nde, Mecidiye Kuruvazörü' nde, Tini Müjgan Vapuru' nda ve Aziziye'de görev yapmıştır. Bahriye Erkan-ı Harbiye Dairesi' ndc kurulan telsiz telgraf şubesine tayin edilmiş ve aynı zamanda Posta ve Telgraf Nezareti' nde açılmış olan Yüksek Telgraf Mektebi' ne devam etmiş ve bir yıllık bu okulu birincilikle bitirmiştir. 1912 yılında telsiz telgraf tahsili için Avrupa'ya gönderilmiş; sınavlarını başarıyla vererek 1914 yılında Londra Üniversitesinden elektrik mühendisi diplomasını almıştır. Edinburg*ta toplanan Logaritma Kongresi' nde verdiği başarılı konferanstan dolayı Bahriye Nezareti tarafından ödüllendirilmiştir. Birinci Dünya Savaşı'nın başlaması üzerine yurda dönmüş; Bahriye Nezareti 3. Daire Telsiz Telgraf Kısmı' nda görev yapmış; 1915 yılında Bahriye Mektebi tabiiyat muallimliğine ve daha sonra ek görevle 1918 yılında Mühendis Mektebi (İstanbul Teknik Üniversitesi-İTÜ-) hikmet muallimliğine başlamıştır. 1920 yılında Mektebi Bahriye riyâzîye muallimliğine tayin olmuştur, 1922 yılında Şam Vapuru' na 1923 yılında Erkan-ı Harbiye Bahriye Müdevvenat ve Neşriyat Şubesi'ne tayin olmuştur. 1925 yılında sağlık nedenleriyle kıdemli yüzbaşı olarak ordudan emekli olmuştur. 1926-1934 yılları arası Robert College'de fizik ve Yüksek Matematik muallimliği, 1927- 1930 yılları arasında kara ordusunda fen tatbikat, topçu ve nakliye okullarında, fizik ve yüksek matematik dersleri okutmuştur. Kara ordusu topçu dinleme cihazında önemli bir değişiklik gerçekleştirmiştir. 1929 yılında Yüksek Mühendis Mektebi' nde unvanı Müderrisliğe (Ord. Prof.) yükseltilmiştir. H.S. Arel ve Suphi Ezgi ilc Türk Mûsikisi'nin notalarının matematik ve fiziksel ilişkileri üzerinde çalışmış ve bugün Arel-Ezgi-U7dilek sistemi denen ve Türk Müziği' ne yön veren sistemi gerçekleştirmiştir. Devlet hizmetinde görev yaptığı 52 yılın 42 yılını İTÜ'de sürdürmüş ve 1960 yılında emekli olmuştur. 1967 yılında vefat etmiştir.

Salih Murat Uzdilek hakkında daha fazla bilgi edinmek ve yazılarını PDF formatında indirmek için lütfen tıklayınız

Prof. Dr. Ömür Akyüz (Yeditepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dekanı)

1963 yılı. İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümü'nü bitirmek üzereyim. Birinci sınıf öğrenci laboratuvarlarında öğrenci asistanlığı yapmaktayım. Yanında çalıştığım Remziye Akpınar mezun olunca ne yapacağımı sordu. İlk niyetim Genel Fizik Enstitüsü'ne asistan olarak girmekti ama Rahmetli Sadrettin Tunakan Şubat ayında mezun olan iki arkadaşı (Hülya Birey ve Ülkü ? ) aldıklarını, başka kadro olmadığını söylemişti. Bu bakımdan tam ne yapacağımı bilmediğimi söylediğimde Remziye Hanım beni ÇNAEM'e Rahmetli Sait Akpınar'a gönderdi. Sait Bey kısa bir görüşmeden sonra beni reaktör binasının alt katına gönderdi.

Orada Rahmetli Fahri Domaniç ile ilk kez tanıştım (ama daha önce Rahmetli Bahriye Yaramış'ın doçentlik deneme dersini dinlemeğe girdiğimde görmüş olduğum tıknaz ,kırmızı geniş yüzlü tanımadığımız bir hocaydı). O da bana bir kaç şey sordu; tatmin olmuş olacak ki Eylül ayında Fahri Bey'in gözetimindeki 'Nötron Spektrometresi Araştırma Gurubu”na "genç araştımacı” olarak katıldım. Gurubun diğer elemanları Rahmetli Çetin Cansoy ve Fehime Bayvaz'dı.

Fahri Bey bir süre önce ABD Brookhaven Ulusal Laboratuvarı'nda (daha sonra genel sekreteri olacağı) Atom Enerjisi Komisyonu desteğiyle nötron fiziği araştırmaları yapmıştı. Orada edindiği deneyimleri ve birlikte çalışmış olduğu (O da rahmetli) Vance Sailor' da gurubumuzun danışmanıydı (daha sonra ABD'ye doktora yapmaya giderken bana çok destek olmuştu; yüksek lisans tezim için araştırmamı da onun yanında yapmıştım). Fahri Bey'in önderliğinde önce tamamı ÇNAEM atölyelerinde imal edilen bir nötron spektrometresi yaptık; sonra da bununla İlk makalemize esas olan çalışmamızı yaptık. Bu arada ben askere gittim. Ankara'da yedek Subay Okulu'ndayken Onunla Ankara'da da görüşmek olanağım oluyordu. Şansıma kıta hizmetim İstanbul'a düşünce daha sonra Almanya'dan getirtilen iki kristalli spektrometre ile ikinci makalemizin çalışmasına katkıda bulunabildim.

Fahri Bey hem çalışmalarımıza önderlik ediyor hem de genel olarak araştırıcılık kültürü aşılıyordu. Bu arada akademik hayatına ilişkin anlattıkları bana akademik etiğe ilişkin çok şey verdi. Anlatmadan geçemeyeceğim; çok değerli ama fiziği en verimli çağında bırakan ağabeyimiz Niyazi Tarımer'le ilgiliydi bir anlattığı. Doktorasını kuramsal yüksek enerji fiziği üzerine ABD'de (sanırım MIT'de) yapan Niyazi Bey, ilk doçentlik başvurusunda kuramsal fizikle pek İlgilenmemiş olan ve 1928'de Sorbonne'da tamamladığı çalışmalarla fizik doktorası yapan ilk Türk olarak İstanbul Üniversitesi (önce Dâr-ül Fünûn) Umumi Fizik Enstitüsü'ne müderris muavini (doçent) atanan ama kuvantum mekaniği öğretmek için hiç bir girişimi olmayan Rahmetli Fahir Yeniçay'ın muhalefetiyle tezi reddedilmişti. ikinci denemesinde ise jürisinde bulunan Fahri Bey konuya aşina olmadığı için tezi Rahmetli Feza Gürsey'e gösterdiğini ve onun beğendiğini söylemesi üzerine jüride Fahir Bey'e karşı savunduğunu; ama gene de sonunda işin pazarlığa döküldüğünü, Bahriye Yaramış'a karşı Niyazi Tarımer'in doçentliği onaylanıyor. Yıllar sonra doktoramı tamamlayıp ABD'den döndüğümde Ankara'da ziyaretine gittiğim zaman bana iki tane doçentlik tezi vererek konularına pek aşina olmadığını benim görüşümü almak istediğini söylemişti. Bu bana Tarımer olayını hatırlatmış ve Fahri Bey'e olan saygımı pekiştirmişti.) Fahir Yeniçay emekli olduktan sonra kürsü başkanı " olan Süreyye Barkan” ziyaret ettiğimde ofisi toplanıyordu. Bakınırken elime Niyazi Tarımer'in red edilen tezi geçti. Üzerinde İsveçli tanınmış fizikçi Küllen 'e atfedilen notlar vardı. Bunu Feza Bey'e sorduğumda, onun Niyazi Bey'in ilgilendiği konulara çok ters baktığını ve daha sonra da hatasını anladığını söylemişti.

Fahri Domaniç hakkında daha fazla bilgi edinmek ve yazılarını PDF formatında indirmek için lütfen tıklayınız

Prof.Dr. İsmet Ertaş (Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Eski Dekanı ve Fizik Bölümü Emekli Öğretim Üyesi)

Doç. Dr. Selma Karaali 'yi, 1953 yılında İstanbul Üniversitesi Genel Fizik Enstitüsü Fizik Optik Laboratuvarı asistanımız olarak tanımıştım. 1963 yılında Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Genel Fizik Kürsüsü'ne naklen atanınca, onu daha yakından tanıma imkânı buldum. Ege Üniversitesi' nde optik laboratuvarını kurup geliştiren Doç.Dr. Selma Karaali; görüş ve düşüncelerini hiç çekinmeden dobra dobra ifade eden, eleştirilerini kendine has bir ses tonuna espri de katarak söyleyiveren bir hocamızdı. Bu nedenle eleştirisi, ilgili kişiyi İncitmez; sanki gıdıklanmışçasına gülmesine sebep olurdu. Bu yönüyle sohbeti, daima arzulanan ve özlenen bir kişi idi.

Ege Üniversitesi 'nde, Selma Hoca ile karşılıklı iş ve sohbet ziyaretlerimiz, oldukça sık idi. Bir gün odama geldiğinde, ziyaretçim olan Musa Özgirginer adlı bir arkadaşımla konuşuyordum. Onları tanıştırdım. Daha sonraki bir gün geldiğinde ise, odamda başka bir arkadaşım Dr. İsa Fındıkoğlu vardı. Selma Hanım, "Ne o? Gene mi din değiştirdin?” diyiverdi. Çiçekleri çok severdi. Özellikle evindeki salonu, bakımlı bir çiçek serası gibiydi. Oysa, aynı apartmanda, botanikçi bir arkadaşın balkonundaki çiçekler yaşama ümidini yitirmiş gibi idiler. Selma Hanım' a, "Botanikçi arkadaşımızın çiçekleri hayata küsmüş durumda iken, sizinkiler nasıl böyle şen ve şadman olabiliyor?" diye sordum. "Gayet basit. Ben her gün onlarla konuşurum. İsteklerini karşılarım. Buna rağmen içlerinden biri boynunu bükerse, sokak çiçeği sen de! diyerek saksısını kapının önüne koyarım. O da tekrar içeri girmek için başım kaldırıp neşelenir. O zaman içeri alırım. Hepsi bu.” dedi.

Selma Hanım, torunu Gizem'i daha bebek yaşta iken yanına alıp büyüttü. Sonra okutup yetiştirmek için 1977 yılında emekliliğini isteyip İstanbul'a taşındı. İstanbul'a her gittiğimde onu ziyaret ederdim. Son ziyaretimde (yanılmıyorsam 1993 yılında) neşesizdi. Meğer ciddi bir hastalığa yakalanmış. Bana söylememişti. Bir süre sonra vefat ettiğini duydum. Böyle candan bir arkadaşımdan yoksun kaldığım için üzüntüm hala devam ediyor

Selma Karaali hakkında daha fazla bilgi edinmek ve yazılarını PDF formatında indirmek için lütfen tıklayınız